Neredeyse Her 4 Kadından Biri Hayatının Bir Döneminde Depresyonu Yaşıyor

Prof. Dr. Ayşegül Yıldız

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı

Depresyonu kısaca tanımlayarak, toplumdaki görülme sıklığından bahseder misiniz?

Depresyon, en az 2 hafta süreyle kişinin çökkün, karamsar bir ruh hali içinde olması veya kişinin normalde zevk aldığı şeylerden zevk alamaması ve bunlara karşı eskisi gibi ilgi duyamaması ile seyreden bir ‘duygudurum’ bozukluğudur. Burada duygudurum derken kast ettiğimiz aslında biz farkında bile olmadan hayatımıza şekil veren özgüvenimiz, enerjimiz, uykumuz, iştahımız, düşünme ve kavrama hızımız, yaşamdan ve yaptıklarımızdan keyif alma becerimizdir. Duygudurumunun, kişinin olağan yaşam verimliliğini ve kalitesini bozacak derecede en az 2 hafta süreyle bozulması durumuna depresyon denir. Bazen bu durum daha hafif şiddette, ancak 2 yıl gibi uzun sürelerle de yaşanabilir ki o zaman da buna distimik bozukluk denir.

Sadece depresyon için baktığımızda 18 yaş ve üstü kadınların %10 – 25’i, erkeklerin ise %5-12’si yaşamlarının bir döneminde bu durumu yaşarlar. Distimik bozukluğu da düşünecek olursak %6 gibi bir oran daha bu rakamlara eklenir. Erkekler depresyon görülme sıklığı açısından daha az risk taşıyor gibi görünseler de ölümle sonuçlanan intihar teşebbüslerinin de erkeklerde daha sık olduğunun altını çizmek gerekir.

Majör depresif bozukluk gelişiminde genetik faktörlerin etkisi nedir?

Depresyona yatkınlık konusunda kalıtımın etkisi tartışılamaz, ancak bu multifaktöriyel dediğimiz çok bileşeni olan bir etkidir. Çeşitli nedenlerle oluşan yaşam stresi bu yatkınlık zemininde klinik depresyonu ortaya çıkarıyor. Burada klinik derken kastettiğimiz, o dönemde bir psikiyatrist tarafından değerlendirme şansımız olduğunda tanı alacak şiddette bunu yaşıyor olmamız ama maalesef hekime başvurmadan kendi kendine geçirilmeye çalışılan klinik depresyonlar da az değil ki bunların bir kısmı intiharla sonuçlanabiliyor. Aile çalışmaları birinci derece akrabalarda depresyon olan kişilerde görülme sıklığının genel topluma göre 2-3 kat daha fazla olduğunu gösteriyor. İkiz çalışmalarına baktığımızda tek yumurta ikizlerinin tekinde depresyon ortaya çıktığında diğerinde de görülme ihtimali %50. Bu oran çift yumurta ikizlerinde %25’e düşüyor. Evlat edinme çalışmalarında ise, evlat edinilen çocukta depresyon ortaya çıktığında, benzer durumun biyolojik ebeveynlerde görülme şansı, evlat edinen ebeveynlerde görülme şansından daha yüksek. Sonuç olarak depresif bozukluklara yatkınlıkta genetiğin etkisi en az %20, en çok da %45 olarak bildiriliyor. Kalan risk ise yetişme koşulları ve yaşam stresi gibi çevresel faktörler ile ilişkilendirilmiş durumda.

Majör depresif bozukluk belirtileri nelerdir?

Major depresif atak diyebilmek için, kişinin en az iki hafta süre ile kendisini çökkün, karamsar, mutsuz hissettiği ve/veya normalde zevk aldığı şeylerden zevk alamadığı veya bunlara eskisi kadar ilgi duymadığı bir dönem olması gerekir. Bu iki temel belirtiden en az biri olmak üzere, aynı dönemde bu duruma eşlik eden iştah ve/veya kilo değişiklikleri, uyuyamama veya çok uyuma, değersiz ya da suçlu hissetme, enerjisizlik yorgunluk bitkinlik hali, düşünememe veya odaklanamama veya kararsızlık hali, hayatı yaşamaya değer bulmama veya ölsem de kurtulsam düşünceleri, ağır çekimde gibi olma ya da huzursuzluk hali gibi belirtilerin en az 4’ü eşlik ediyorsa ve kişi bu durumdan rahatsız hissediyor ve/veya bu durum nedeniyle yaşam verimliliği düşüyorsa buna majör depresif atak denir ve hastalığın adı tek bir atak dahi olsa majör depresif bozukluk olur. Major depresif ataklar hafif, orta, veya ağır şiddette olabilir. Ağır şiddette olanlar psikotik özellikli veya psikotik özellik göstermeyen şekilde seyredebilir. Psikotik özellik dediğimiz ise tartışmayla değiştirilemeyen, kültür ve dinle açıklanamayan yanlış düşünce ve inanışlar veya beş duyu organı ile algılanan ve gerçekte olmayan algısal yaşantılardır.  Bir de majör depresif ataklar iki uçlu, yani bipolar duygudurum bozukluklarının seyri esnasında görülebilir. Bu durumda geçmiş ya da şimdiki manik veya hipomanik atakların hastalık seyrine dahil olmasıyla ayrılır.  Manik ya da hipomanik ataklar, kendini çok iyi veya heyecanlı, enerjik hissetme veya sinirlenmeye yatkın olma haline eşlik eden uyku ihtiyacında azalma, özgüven artışı ya da büyüklük duyguları, düşünce akışının hızlanması, artmış konuşkanlık, amaca yönelik aktivitelerin artması ve riskli davranışlara yatkınlık ile ortaya çıkar. Bipolar bozukluğun yaşam boyu görülme sıklığı ise tüm alt guruplarını birlikte düşündüğümüzde %4-6 arasındadır. Yani her 20 kişiden birinde depresyon iki uçlu, yani bipolar bozukluğun bir parçası olarak karşımıza çıkar.  Bir de tabii tanı ölçütlerini süre ya da kriter sayısı açısından karşılayamayan,  ancak birkaç belirtinin yadsınamayacak şiddette ortaya çıktığı eşik altı durumlar vardır ki, bunlar da subklinik depresyonlar ya da subklinik duygudurum dalgalanmaları olarak karşımıza çıkar. Bu durumun en sık görülen hali erişkin yaştaki kadınların adet öncesi yaşadıkları duygudurum değişiklikleridir.

Pandemi sürecinin toplumsal olarak insanların ruhsal sağlığına etkileri neler oldu? Bu süreçte depresyon vakalarında ne ölçüde artış görüyorsunuz?

Özgürlüğümüz kısıtlandığı, deşarj olma alanlarımızın sınırlandığı, hane içi temasın anne, baba, çocuklar arasında özleme yer kalmayacak kadar iç içe olduğu, belirsizliğin, yaşam tehdidinin, korkunun, kayıpların yaşandığı, üretkenliğin zorunlu olarak azaldığı, ekonomik dengelerin alt üst olduğu uzun süren bir dönem yaşadık ve hâlâ ne zaman sonlanacağı hatta sonlanıp sonlanamayacağı dahi belirsiz. Doğal olarak bunun eğitime, ekonomiye, aile içi şiddete yansımaları olduğu gibi duyguduruma da yansıması olmuştur. Üstelik tüm bunların duyguduruma olan etkisi, kimyasal tepkimelerdeki katalizör gibi bir etki yapmış ve tüm bu süreçlerin hayatımızın her boyutundaki yansımalarının daha da kötü olmasını sağlamıştır. Kendi duygudurumunu bu süreçte optimumda tutabilme becerisi gösteremeyen bir bireyin, birlikte yaşadığı diğer insanlara mutluluk, sağlıklı iletişim ve güven ortamı sunabilmesi  mümkün değildir.  Sonuç olarak, bu sürecin depresyon ve kaygı bozukluklarında, aile içi geçimsizliklerde ciddi bir artışa neden olduğunu söylemek sanıyorum yanlış olmaz.

Depresyon tedavisini anlatır mısınız? 

Tek uçlu depresyon tedavisinde kullanılan yaklaşık 30 çeşit antidepresan ilaç var. Şu an biz iki uçlu depresyon tedavisi için test edilmiş ilaçları ileri matematik yöntemleri kullanarak inceliyoruz. 58 farklı tedavi stratejisi bugüne dek test edilmiş. Network analizi denilen bu yöntemle bugüne dek test edilmiş bu 58 farklı tedaviyi birbirleriyle ve plasebo dediğimiz aktif olmayan ilaçla karşılaştırıp, her bir karşılaştırma için matematiksel etki gücü hesabı yapıyoruz. Benzer çalışmalar tek uçlu depresyon için de yapılmış. Tabii böyle kompleks bir bilginin bilimsel ve tarafsız aktarımı birkaç cümle ile yapılamaz ama şu kadarını söyleyebiliriz her depresyon tedavi edilebilir, yeter ki kişi kendisine bu şansı ve süreyi tanısın. İlaç kullanımı, biyolojik ritimlerin ilaç destekli ya da desteksiz yakalanması ve kişiye özel tedavi yaklaşımları esas ilkeler olmakla birlikte, psikoeğitimin, yaşam streslerinin yönetimine ilişkin terapötik yaklaşımların tedaviyi güçlendirici etkisi de yadsınamaz. Ancak,  gerek doğru tanı, yani depresyonun tek uçlu mu, iki uçlu mu olduğunun doğru bir şekilde saptanması gerekse kişiye özel doğru tedavinin uygulanması için konunun uzmanına yani hekime emanet edilmelidir.

Maalesef toplumda bir algı karmaşası var ve psikologlar, psikiyatristler ile karıştırılıp hekim zannediliyor. Tanı, ilaç kullanımı, ve hatta yapılandırılmış nitelikli terapi ancak ve ancak bir psikiyatrist hekim tarafından sağlanabilir.

Yeni nesil antidepresanların hasta için avantajları nelerdir? 

 Yeni nesil antidepresan ilaçlar tabii ki genel olarak yan etki avantajlarına sahip, ancak bazı eski nesil ilaçlar da hâlâ yeri doldurulmayacak kadar değerli ve güncel kullanım repertuarımızda.

Duygudurumu bozuklukları tedavi edilmediği takdirde nasıl sonuçlar meydana getirebilir?

Duygudurum bozuklukları olan bireylerin %25’inin intihar teşebbüsünde bulunduğunu ve teşebbüste bulunanların %15’inin bunu başardığını düşünecek olursak sonuçların ürkütücü olabileceğini söyleyebiliriz. Ancak bununla da kalmıyor, yaşam verimliliği kaybı, aslında yaşam kalitesi kaybı oluyor. Bu da bazen yaşarken yaşayamama gibi bir sonuç doğuruyor.

Röportajın başında ‘duygudurum’ kavramının kişinin duyduğu özgüven, severek yaptığı aktivitelerden keyif alma becerisi, enerjisi, üretkenliği, uykusu, iştahı, yaşama sevinci, düşünme ve düşündüklerini uygulama kabiliyeti gibi hayati ve çok boyutlu bir davranışsal öğeler kümesi olduğunu söylemiştik. Bu açıdan bakıldığında ‘beyin & duygudurum’ da tıpkı ‘kalp & nabız’ gibi herkeste bulunur ve biz farkında olmadan işler. Yine tıpkı kalp gibi, teklediğinde veya işleyiş ritmi bozulduğunda kişi ‘duygudurum’ kavramı altında tanımlanan bu unsurlar kümesinin varlığının ve hayati değerinin farkına varır.

Duygudurumun farkedilmeyen subklinik bozulmaları amaçsız, hedefini kaybetmiş, üretemeyen, kendi kimliğiyle mutlu bir varoluş sergileyemeyen insanlar olmamıza yol açabilir. Örneğin, sokakta birbirine öfke dolu davranan, trafikte deşarj olmaya çalışan insanlar nasıl bir duygudurum hali içindedir? Bu insanların içinde bulundukları ruh haliyle yüzleşmeleri sağlanıp, rehabilite olmaları sağlansa, davranış biçimleri aynı mı olur? Yani aslında ülke çapında farkındalık yaratacak bir eylem planı oluşturup, ‘duygudurum’ kavramını anlamak, eşik altı ya da tanı almamış teklemelerinin fark edilmesini ve doğru yönetilebilmesini sağlamak sadece bireysel refahı değil, toplumsal refahı da artıracaktır.

Depresyonun bir hastalık olduğu ve tıbbi destek alınması gerektiği konusunda toplumsal bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında ülke olarak bu konuda bilinç düzeyimiz artıyor. Özellikle en yaygın ve etkili eğitimi genel olarak dizilerden alan bir toplum olduğumuz için Sevgili Dr. Gülseren Buğdaycıoğlu’nun yazdığı kitaplardan oluşturulan senaryoların, geniş kitlelere ulaştığını ve bu anlamda hemen herkese psikiyatrinin yaşamın bizzat kendisi olduğunu öğrettiğini söyleyebiliriz. Ancak homofobiklerin kendi içlerinden gelen bu yöndeki eğilimi susturmak için fobik reaksiyon göstermeleri gibi, özellikle eksen 2 dediğimiz kişilik patolojisi olanlar psikiyatriste gitmeyi hâlâ fobik bir yaklaşımla ele alıyor olabilirler veya gidenleri ötekileştirme eğilimi gösterebilirler. Bence bu konular TV’de ne kadar çok işlenir, dizi ya da sürekli program haline dönüştürülebilirse toplum için o kadar faydalı olacaktır ve bu konudaki direnci o kadar kıracaktır. Mesela, evlilik okulu gibi bir TV serisi şu an işlenen psikiyatri ile ilgili senaryoların yanında bu yönde değerli bir katkı sağlayabilir.

Eklemek istedikleriniz…

 Şu dönemde gerek en doğru seçimlerle çift olabilmek ve evlilik yapabilmek, gerekse artma eğilimi gösteren çift anlaşmazlıklarını doğru bir şekilde yönetebilmek hem çocuklar hem gençler hem de anne babalar için çok önemli. Bu ihtiyacı ele almak için ‘Çift Olmanın Aritmatiği’ isimli bir kitap yazıyoruz. Sanırım birkaç ay içinde tamamlayıp halka ulaşmasını sağlayabiliriz.  Dilerim bir nebze de olsa mutlu bireyler olup, sağlıklı ve kendileriyle barışık nesiller yetiştirmemize katkı sağlar.

İlginizi çekebilir

Ruhsatlandırma Birimi, Hastaların Yenilikçi İlaçlarla Buluşmasında Kritik Bir Rol Üstleniyor

AstraZeneca Türkiye Ruhsatlandırma ve Pazar Erişim Direktörü Görkem Saka ile Türkiye’de ilaçların ruhsatlandırma süreçleri, AstraZeneca Ruhsatlandırma Birimi’nin faaliyetleri ve yenilikçi ilaçların hastaların hizmetine sunulmasındaki rolüne ilişkin bir sohbet gerçekleştirdik.